Kardeşim Metin Yüksel’in son günleri

Share

Kardeşim Metin Yüksel’in Son Günleri (*)

Edip YÜKSEL
Çeviren Erdal KURGAN
Yordam Dergisi

Metin Yüksel – Metin Külünk – Edip Yüksel

O cesur ve kararlıydı. Çok iyi hatırlıyorum, Ankara’da büyük bir politik gösteri vardı. Kardeşim o gösteride polisten saklanmak için maskeler takan Fatih Akıncıları grubunu yönetiyordu. On binlerce İslamcı İç Cebeci’den başladık ve Tandoğan Meydanına kadar yürüdük. Üzerlerinde Amerikan ve TC devletini eleştiren sloganlar taşıyan sayısız pankart ve afiş taşıyorduk. Sloganlar ve devrim şarkıları bu görselliği tamamlıyordu. ”Sınırsız, sınıfsız İslâm toplumu” hedefini sloganlaştıran Metin’in kurduğu ve liderliğini yaptığı Fatih Akıncılar Derneği her zamanki gibi dikkatleri üzerine çekiyordu ve bu gösteride en son grup olmayı tercih etmişlerdi. Katılımcıların korumasında gönüllülerdi.

Metin, grubunu bu tarz gösterilere hazırlamakta yaratıcıydı. Bu sefer onları iyi eğitmişti. Onlar Türkçe dışında bu sefer İngilizce, Arapça, Farsça ve Kürtçe de slogan atıyorlardı. Bu bir yenilikti ve kamuoyunun ilgisini çekiyordu. Bu, dünyadaki Müslümanların evrensel birlikteliğinin ve dayanışmasının bir ilanıydı. Büyük olasılıkla, grup üyeleri maske takıp yasak bir dilde, Kürtçe, slogan attıkları için kardeşimin grubu Maltepe Camisinin yakınlarına geldiğinde polis müdahale etti. Maltepe meydanında, polis arabaları gösteriyi kesti ve neredeyse bir düzinesi kardeşime saldırdı. Arabalarına koymak için onu tutup çekiştirdiler. Metin bütün gücüyle karşı çıkıyordu. Hatırlıyorum, iki polis bırakmasını sağlamaya çalıştığı ve diğer polisler arabanın içine doğru çekmeye çalıştıkları halde elinde sımsıkı tuttuğu megafonunu bırakmıyordu. Kardeşime yardım etmek istedim ve kargaşanın içine atladım. Ona yakın bir yere geldim ve megafonu tutan elini serbest bırakmaya çalıştım. Belli ki karşı koymadan onu polise vermeyi onuruna yediremiyordu. O yüzden megafonu kemerinden tutup çekmeye başladım. O kargaşa içinde beni görmediği için, megafonu serbest bırakmadı. O an kendisini daha çok takdir ettim; cesareti, direnişi ve fiziksel gücü dolayısıyla büyük hayranlık duydum.

“Zalim devletin köpekleri” için işi kolaylaştırmak istemiyordu. Maalesef, onu kıstırabilecek kadar çok fazla polis bulunmaktaydı. Onu polis minibüsünün içine koydular. Ne var ki, oturduğu yerden arkadaşlarına bazı işaretler vermeye başladı. Kardeşimi polise kaptırmış olmanın derin acısını hissettim. Ne yazık ki o esnada kardeşimi kurtarabilmek için yapılabileceğim bir şey yoktu. Meğerse kardeşimi ve dava arkadaşlarını az tanıyormuşum. Birkaç saniye içinde Fatih Akıncıları polis minibüsünün etrafını sardılar. Minibüsün etrafını öylesine sıkı bir ablukaya aldılar ki minibüsün geri ve ileri hareket etmesini engellediler. Çok gergin bir direniş vardı ve orada korkunç bir şiddet ve katliam olabilirdi. Zaman polisin aleyhine işliyordu. Önde yürüyen diğer Akıncılar, polisin müdahalesini ve Metin Yüksel’in haksız yere tutuklandığı haberini aldılar. Polis, Metin’i tutmanın yarar ve zarar hesabını doğru yapmış olacak ki onu serbest bırakmaya karar verdi. Polis minibüsünden çıktıktan sonra kardeşimin yüzünde zafer kazanmış bir komutan edasıyla beliren gülümsemeyi hala hatırlıyorum. Onu, polisten kurtaran arkadaşları, alkışlar ve büyük coşkuyla karşıladılar. Metin’in ağırbaşlı, haklı ve cesaretli duruşuna bir kaç kez daha tanık olacaktım. Fatih’teki polisler bile ona saygı duyacak bir noktaya gelmişlerdi.

"Başbakan'ın Şehit edildi dediği arkadaşı Metin Yüksel. Başbakan'ın Şehit edilen arkadaşı İslamcılar'ın Deniz Gezmiş'i Metin Yüksel'di." (Sonhaber.com 15 Ocak 2013)

“Başbakan’ın Şehit edildi dediği arkadaşı Metin Yüksel. Başbakan’ın Şehit edilen arkadaşı İslamcılar’ın Deniz Gezmiş’i Metin Yüksel’di.” (Sonhaber.com 15 Ocak 2013)

İran’dan ulaşan iyi haberler kardeşime hayatta daha yüksek bir amaç duygusu verdi. O idaresi zor ve lümpenlerin de karıştığı bir grup ile uğraşmaktan yorgun düşmüştü; değişikliğe ihtiyacı olduğu belliydi. Bu yüzden, derneğin liderliğinden ayrılmaya karar verdi ve dernek üyelerinin protestosuna rağmen liderlik görevinden istifa etti. Hem üzüntü hem de rahatlama hissediyordu. Nitekim bu istifadan sonra en yakın militan arkadaşları ile seyahat etmeye başladı. Onun gerçek planını sonradan öğrenecektim. İstifasından sonra örgüt lideri olarak ben seçildim. Ancak, o derneğe liderlik yapmak benim için uygun değildi. Nitekim birkaç aylık başkanlık döneminden sonra istifa ettim. Başkanlığa Boksör Mehmet lakaplı uzun boylu bir genç seçildi.

Komşu İran’da büyük değişim haberlerini öğrenince heyecanımız ve azmimiz doruğa ulaşmıştı. Bu haberleri yerleşik medyadan değil haftalık dergi Şûra yoluyla aldık. Yerleşik medya aylar sonra gelişen olayları fark etti. Şura dergisi Türkiye’de bir İslami devrimi destekleyen profesyonelce tasarlanmış büyük boy dergi idi. Derginin editörü kışkırtma uzmanıydı. “Allah’ın kullarından biri” anlamına gelen Abdullah Birisi takma adını kullanan Yılmaz Yalçıner idi. Kendisi gibi abartılı ve provokatif dil kullanılan Ömer Yorulmaz’ı ekibine almıştı. Selahattin Eş, Hüsnü Aktaş, Ali Bulaç (yanlış anımsamıyorsam) ve diğer bazı köşe yazarları ile Şura, radikal İslamcıların sesi haline geldi. Kadrosundan birkaç yaş daha genç olduğum için Şura’ya yazar olmak aklıma bile gelmiyordu. Her bir sayısı mahkeme tarafından yasaklanıp toplanacaktı. Toplatılma bir komedi idi; zira yayını ve dağıtımından günler sonra uygulanıyordu. Nihayet tamamıyla kapatılınca, aynı ekip onun yerine Tevhid dergisini yayınlayacak ve o da kapatılınca bu kez üçüncü dergi, Hicret yayınlanacaktı. Ben yazarlık kariyerime Hicret dergisi için birkaç makale ile başladım. Hicret dergisi Selahattin Eş tarafından yayımlanıyordu ve üslubu Yalçıner gibi kışkırtıcı değildi. O yazılarımdan biri, din sömürüsüyle damadı Enver Ören’e büyük bir holding bahşeden Nakşibendî şeyhi Hüseyin Hilmi Işık’ın yazdığı Saadet-i Ebediye adlı kitaba yönelttiğim bir eleştiriydi. Babam sayesinde, Hüseyin’le bizzat görüşüyordum.

Konuya bir paragrafla ara verip Hüseyin Hilmi Işık’ı tanıtayım. Orduda zehirli gazlar uzmanı bir kimyager olarak görev yapmıştı ve albay olarak emekliye ayrılmıştı. Kıldan tüyden takıntıları vardı ve ona bağlı müritlerin diğer Sünni mukallit ve müritlerle yaptıkları tartışmalara yoğunlaşırdı. Hoparlör ile ezan okunmasını ve namaz kıldırılmasını bidat olarak görürdü. Bunun için teknik bir tartışma yapıyordu. Hoparlörün ürettiği sesin imamın sesinin aynı olmadığını, elektrik akımı yoluyla oluşturulan titreşimler olduğunu uzun uzadıya açıklıyordu. Ayrıca, diş dolgusunun gusül abdestine engel olduğunu savunuyordu. Hüseyin Hilmi Işık “diplomalı salak” diyebileceğimiz tipin klasik bir örneği idi. Buna rağmen bu tür saçma sapan tartışmaları ciddiye alan binlerce mürit toplamasını başardı. Gerçi ben de o zamanlar dogmatik bir Sünni idim ama mezhepçi fıkıh kitaplarının dipnotlarındaki tartışmalı detaylar üzerinde vesveseli analizler yapan Hüseyin’i, iğnenin ucunda kaç meleğin dans edebileceğini tartışan Hıristiyan papazlarından veya Sebt ve kap kacak konusunda kılı kırk yaran Yahudi hahamlardan farklı görmüyordum.

Hicret dergisinde yayımlanan ikinci ve dördüncü makalelerim sıkıyönetim mahkemeleri tarafından altı yıl hapisle cezalandırılmama sebep oldu. “Hicret” başlığı bir öngörü gibiydi veya kendi kendini gerçekleştiren bir ifade idi. Nitekim 12 Eylül 1980 ihtilalinden hemen sonra Hicret dergisinin kurucusu Selahattin Eş gizlice İran’a hicret edecek ve orada yeni bir hayata başlayacaktı.

1979’un Şubat ayında İran’da devrim gerçekleşti. Humeyni Fransa’dan İran’a döndü. Bazargan ve Bani Sadr liderliğindeki ilk kabine ilan edildi. Yirminci Yüzyıl’da iyi izlediğimi hatırladığım çok az an var. Biri Apollo 11’in aya inmesiydi. O zaman on iki yaşımdaydım ama kozmik maceramızı çok merak ediyordum. Neil Armstrong’un sözlerinin ve NASA’daki bilim adamlarının kutlama sözlerinin canlı radyo yayınını duyduğum yeri hatırlıyorum. Şehzadebaşı Camii’nin biraz güneyinde sinemaların ve büfelerin bulunduğu caddede yürüyordum ve bir büfenin önünde durarak radyo yayınını dinledim. İkincisi de 1974 yılının Ekim ayında Muhammed Ali ile George Foreman arasındaki “The Rumble in the Jungle” olarak bilinen karşılaşmaydı. Gün ışımadan uyandım ve maçı televizyonda canlı seyretmek için Kadınlar Pazarı denilen sokaktaki bir kahveye gittim. Muhammed Ali’nin o devasa rakibine yenilebileceğinden endişeliydim; resmen titriyordum. Dikkatle izlediğim üçüncü olay ise İran Devrimi’ydi. Bu da aya inmek ya da çirkin bir yüzün çenesine yakışıklı bir yumruk kondurmak kadar heyecan vericiydi.

Kardeşim Metin’in hikâyesine dönelim. Kardeşim geçici olarak geri geldi ve tekrar bize katıldı. Bu habere çok sevinmiştik. O ve onun grubu Fatih bölgesinde yüzlerce duvarı Farsçadan çevrilmiş sloganlarla doldurdular. Bazı duvarlara Humeyni’nin portresini de çiziyorlardı. Fatih camiini saran tarihi kubbe kompleksinde yer alan Vakıflar Yurdu’nun duvarları bu propagandadan istisna edilmedi. Kompleks, orijinalinde bir medrese, bir kütüphane, bir hastane, bir kervansaray, bir market ve bir hamam içeriyordu. Ama o yıllar o eski binanın büyük bir bölümü öğrenci yurdu olarak kullanılıyordu. Vakıflar Yurdunun Fevzipaşa Caddesi’ne bakan 100 metre uzunluğundaki ve 20 metre yüksekliğindeki duvarları Metin’in dikkatinden kaçmamıştı. Bir yöntemle oraya Türkiye’nin en büyük grafitisini yazmayı başardı. Her harf yaklaşık dört metre uzunluğundaydı. Şöyle yazıyordu: HÂKİMİYET ALLAH’INDIR! Yani bu slogan, Türkiye Millet Meclisini taçlandıran ama aslında pek rağbet edilmeyen, “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” resmi deyişine karşı parodi niteliğinde bir duvar yazısıydı. Fatih Fevzipaşa Caddesi’nde yürüyen herkes Türk devletine yönelik bu meydan okumayı fark ediyordu. Her nedense polis bu yazıyı silmedi. Belki yazılar çok yüksekti ve bir itfaiye arabası gerektirecekti. Ya da bu bizi mutlu edecek önemsiz bir tavizdi.

Soldan sağa Edip Yüksel, Lütfi Aydemir ve Metin Yüksel. Ankara Milli Gençlik Yurdu, 1978

Birden kendimi İranlı üniversite öğrencileriyle buluşur buldum. Daha önce varlıklarından bile haberim olmayan İranlı üniversite öğrencileri yine hiç bilmediğim bir Şii camiinde toplanıyorlardı. Rıza, Behruz, Behnam gibi tuhaf isimleri olan arkadaşlar vardı. Hepsinin güzel bir aksanı vardı ve günde üç kez ve biraz farklı biçimde namaz kılıyorlardı. Hatta bizim aksanı bile biraz etkilediler. Türkçe makamıyla söylediğimiz Arapça “Selam”ımımızı Farsça makamıyla söylemeye başladık. Fars dili, tarihi, kültürü ve gelmiş geçmiş Şii mezhepleri ile ilgili konulara dalıp hızlı bir öğrenimden geçtik. İran devrimine o kadar sempati duyuyorduk ki, Sünniler ve Şiiler arasındaki büyük teolojik farklılıkları ve tarihi çatışmaları bir anda unutmaya hazırdık! Onlar da benzeri bir tavır gösterdiler ve uzlaşmaya çalıştılar. Biz Amerikan piyonu diktatör Şah Rıza’yı erkânıyla birlikte kovan İran halkı ile birlikte coşku ve sevinç içindeydik. O sloganlarımızı halen çok net hatırlıyorum:

İstiklal, Azadî, hukûmet-i İslamî!

Bağımsızlık, özgürlük, İslami hükümet!

Hukûmet-i şahenşahî âmil-i her tebahî!

Şah’ın hükümeti: tüm kötülüklerin kaynağı!

Allahu ekber, Humeyni rehber!

Allah en büyüktür; Humeyni liderdir!

Merg bar Amrika!

Amerika’ya ölüm!

O zamanlar taçlı bir Firavun’un yerine sakallı Firavunların iktidara geleceğini bilmiyordum.  Türkiye’de sıranın bizde olduğunu umuyorduk saf saf. Sadece kendi Humeyni’mizi bulmaya ihtiyacımız vardı. Erkek kardeşim daha derinden ilgiliydi. Elçilikleri ve konsoloslukları bir bir teslim alan, İslami devrimin destekçisi olan İranlı öğrencilerle beraber çalışıyordu. Metin, vurulmadan bir gün önce, 22 Şubat’ta, İran asıllı ruhban Ahund Mehdipur ile birlikte İzmir’de idi ve Şah’ın adamlarından elçiliği teslim almışlardı. Mehdipur bir basın açıklaması ile devrimi kutladı. Mehdipur İstanbul’daki bir Şii camisinin imamıydı. Ayetullah ya da Hüccetülislam değildi. Onun Şii hiyerarşisindeki adı Ahund idi. Artık ne anlama geliyorsa… O, devrimin liderlerinden Ayetullah Şeriatmedarî’nin gözde öğrencilerindendi. Ayetullah Şeriatmedarî’nin uzlaşmacı tavrı, sonradan onu Humeyni ile karşı karşıya getirecekti. 1978’lerin sonunda ve 1979’ların başında İran’da yaşanan kargaşa ve devrim sırasında bu bilinmeyen basit din adamı bir aktiviste dönüştü. Medyanın ilgisini çekti, konuşmalar yaptı, politik gösterilere katıldı. Bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibiydi ya da bir kedinin aslana… Hoş, aksanı ve akıllı kafasıyla açık ve hırslı bir aktivistti. Görevi, radikal Şii ideolojiyi yaymaktı. Kardeşim Akıncıların karizmatik bir lideriydi ve hepimiz gibi İran devrimine âşıktı. Bu yüzden yolları kesişti. Kardeşim Mehdipur ile İzmir’de İran devriminin dışarıdaki dalgalarını yönlendirirken o gün ben İstanbul’daydım. Sonraki gün ben, ailem ve arkadaşlarımız için büyük bir trajedi olacaktı.

22 Şubat günü Fatih Camii’nin avlusunda bir olay vuku buldu: Arkadaşlarımızın dediğine göre yurttaki faşistlerin reisi Ali Bilir, bir arkadaşımızı silahıyla tehdit etmiş. Yine duyduğumuza göre, Fatih Akıncılarından birkaç arkadaşımız Ali’yi avluda tabanca ile hava atarken yakalamış ve cami avlusunda silahla dolaşmaması konusunda uyardıktan sonra silahına el koymuşlar. Bu olaydan sonra yurtta gergin bir hava hâkimdi. Benim kurduğum FT-19 grubundaki bazı gençler bile olayla ilgili çok şey duymuşlardı. Derken, öğleden sonra Ülkücülerin reisiyle yurda yakın bir yerde görüşmek üzere onlara haber gönderdim. Şimdi geriye dönüp baktığımda bunun (o günün şartlarında)  ne kadar inanılmaz olduğunu, Ülkücüler hakkında hiç bir şey bilmediğimi anlıyorum. Daha önceden söylendiği gibi buluşmaya tek gittim. Buluşmaya faşistlerin reisi Ali Bilir, İhsan Barutçu ve birkaç arkadaşı gelmişti. O, kaptırdığı silahının derdindeydi ve hemen silahın iade edilmesini istiyordu. Silahı onun için bu kadar değerli kılan şey onun bir antika ya da üzeri değerli taşlarla süslü olması gibi şeyler değildi. Zaten alelade bir silahtı. Ülkücülerde silahtan bol ne vardı ki? Silahı geri istemelerinin sebebi, inandıkları ideolojinin silahı kutsaması, namusla eşdeğer tutmasıydı. Bunun da kökeni Orta Asya’da, özellikle Moğolistan’da yaşayan Türklerin o geleneksel deyişinde saklı: At, Avrat, Pusat! Bunların her üçü de erkeğin şerefi, namusudur. Bunların herhangi birine halel gelmesi erkeğin şerefini iki paralık etmesi anlamını taşır. Yani Akıncılara silahını kaptıran Ülkücü/faşist reisinin şerefiyle oynanmış ve artık başı dik gezemez olmuştu. Diğer bir deyişle, onuru ve şerefi de silahıyla beraber gitmişti. Ona silahını kimin aldığını araştıracağıma, silahı bulup kendisine iade edeceğime dair söz verdim. Maalesef onun o kadar çabuk beklediğini bilmiyordum.

Görüşmeden döndükten sonra grubum olan FT-19’lular aracılığıyla haber gönderdim. Akşam olmadan yiğit ve sessiz bir üniversite öğrencisi olan Nuh’la konuşuyordum. Nuh, olgun, barışçı ve şiddete eğilim göstermeyen biriydi. Meşru müdafaa güdüsüyle Ali Bilir’in silahını almıştı ve geri vermeye de niyeti yoktu. O gece Nuh, Ülkücüler tarafından vuruldu, kurşun başını sıyırıp geçmişti. Aynı gece askerler yurtlarda arama yapıyordu ve ben o akşam yurt girişinde resmimi gördüğümde askeriye tarafından arandığımı anladım. Zira Milliyet gazetesinde kapak konusu olmuşum.

Halen o geceyi nerede geçirdiğimden emin değilim, evde mi yoksa yurtta mı? Metin’in vurulacağı o trajik günde, 23 Şubat 1979 sabahı bazı arkadaşlar ile birlikte yurttaydım. Kardeşimle yurtta karşılaştım. İzmir’den yeni gelmiş ve faşistlerin Nuh’a saldırdıklarını haber almıştı. Hem kendini hem de bizi kendi bölgemizde faşistlere rahat hareket etme hakkı tanıdığımız için suçluyordu. O, faşistlerin ne kadar vahşi ve saldırgan olabileceklerini iyi biliyordu. Bir defa ülkücü militanlar ‘kurt’ sembolüyle tanımlanıyordu ve buluştuklarında da kurtlar gibi uluyorlardı. Metin’in kendi burada ama ruhu/aklı başka yerdeydi. Artık duygusal olarak Fatih’e bağlı değildi, aklı fikri Afganistan’daydı. Oradaki mücahitlere katılmak, Rus işgaline karşı onlarla beraber cihad etmek için hazırlık yapıyordu. Metin Afganistan’daki Müslümanların Türkiye’dekilerden daha fazla ve acil olarak mücahitlere ihtiyaçları olduğu kanaatindeydi. Mehmet Ali Tekin’le, yani en yakın dostuyla çoktan hazırlıkları yapmıştı. Mehmet Ali, “Reis” diye çağırdığı can yoldaşını kaybettikten sonra Afganistan cihadına katılacaktı.

Acı bir tarihi bir ömür boyu peşinde sürükleyecek o gün, 23 Şubat 1979 günü, bir Cuma günüydü. Birkaç Akıncı reisiyle beraber Çarşamba’da küçük bir mescide Cuma namazına gitmiştik. Namaz sonrası döndüğümde Fatih Camiinin doğusundaki kalabalık dikkatimi çekti ve FT-19’dan bir delikanlı o haberi getirdi: Kardeşim, ülkücü Faşist çete tarafından cami avlusunda vurulmuş! Çok acı verici bir andı. O ana kadar kardeşimi bu kadar çok sevdiğimi fark etmemişim. Hatta bazen yılları bulan ayrılıklarımıza rağmen aramızdaki bağ hep güçlüydü. Suikast haberi, yani kardeşimin ‘şehadet’ haberi tüm Türkiye’de bir şok dalgasına neden oldu, İslam dünyasında bile yankı buldu… O andan itibaren sağcı siyasilerin, Akıncılar ile Ülkücüler arasındaki çatışmayı durdurma çabaları nihayeti imkânsız olan bir sürece dönüştü.  Artık aramıza kan girmişti, sıradan/alelade birinin değil, Metin Yüksel’imizin kanı, yani efsane reisimizin… Herhangi bir yerde değil, Fatih Camii avlusunda yani kurtarılmış bölgemizin kalbinde dökülmüştü kan… Ve herhangi bir zamanda değil mübarek Cuma günü, Cuma namazı sonrası… Hem de herhangi biri değil dört faşist reisi tarafından… Yüz yüze, erkekçe değil; Metin’de silah olmadığı halde kahpece arkadan saldırmışlardı. Dürüst değillerdi, kardeşim onlarla konuşma niyetindeyken çok kısa mesafeden saldırıp vurmuşlar, ardından da tekbirler getirerek kaçmışlardı. Kardeşim onların herhangi birine bir şey yapmış değildi, hatta katillerden biri olan İhsan Barutçu Fatih’te Vefa Lisesi’nde okurken komünistlerin elinden kardeşim tarafından kurtarılmıştı. İhsan’ın Akıncılar derneğine gelip yardım istediğine bizzat tanık olmuştum. (Bu şahıs 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan milletvekili seçimlerinden bir süre önce ortaya çıkarılan uygunsuz görüntüleri yüzünden MHP milletvekili adaylığından ayrılmak durumunda kaldı.)

Cenaze töreni büyük bir olaya dönüştü. Ertesi gün elli binden fazla insan, yani Metin’i reis bilen binlerce Akıncı veya sempatizan, Fatih Camii’ne kardeşimin cenazesine iştirak etti. Fatih Camii ve onun devasa avlusu çok duygusal bir kalabalığa ev sahipliği yapıyordu. Ben kızgındım ama dava uğruna buna sabredip yolumda ilerlemeye karar vermiştim. Cenaze namazı sonrası avluda kısa bir konuşma yapmam için çağırdılar beni. Faşistlerin yaptıkları eylemi ifşa ettikten sonra Türkiye’de inkılâbî davamızın kesintiye uğramadan İslam inkılâbına kadar devam edeceğine ve bu davaya sadık kalacağımıza dair kısa bir konuşma yaptım. Babam Molla Sadreddin, daha kısa bir konuşma yaparak cinayetin nedeni/azmettiricisi olarak faşist ideolojiyi göstermişti. Cenaze merasiminden sonra birkaç kilometre ötede, kabrin olduğu Edirnekapı mezarlığına yürümek istedik. Sıkıyönetim ve toplu yürüyüşün yasak olmasına rağmen askerler kızgın kalabalığı tahrikten uzak duruyordu. Merasim boyunca, kardeşime yazdığım mektubumun olduğu devasa bir poster ve Metin’in resimleri kalabalığa dağıtıldı. Milli Gazete matbaasında büyük harflerle tam sayfa yayımlanan makaleyi aşağıya alıyorum:

Beyaz karlar üzerinde kardeşimin kızıl kanını gördüm!

Cami avlusunda kardeşime ait gördüğüm en son şey karlar üzerindeki kızıl kanıydı. O cesur, onurlu ve kahraman biriydi, mazlumları savunan gerçek bir kahraman… O ırkçı faşistler tarafından cami avlusunda, Cuma namazı sonrasında katledildi. Kardeşimde herhangi bir silah yoktu. Öldürmekten başka bir şey bilmeyen çetelerin hedefi oldu, hem de kahpece bir pusuyla. Cuma cemaatinden sonra sessizce, asude bir şekilde namazına devam etti. Diğer şehitler gibi… Ve yüce Allah duasını kabul buyurdu. Daha önceden komünistler tarafından vurulmuştu. Üç kurşun vücuduna isabet etmişti ve biri de halen bacağındaydı. Bir gün şehit olmayı umuyordu. Fakat bunun Türk milliyetçisi faşistler tarafından, yani CIA ve MİT’in elemanları tarafından olacağını beklemiyordu. Bir cami avlusunda bunu gerçekleştireceklerini beklemiyordu. Dahası kendisine pusu kuracak olan, yanında namaz kılan riyakâr faşiste bile barış ile yaklaşmıştı. O aldandı… Evet, hepimiz aldandık! Kardeşimiz Erdoğan’ın (şehit Erdoğan Tuna) ve onun gibi birçoklarının daha bir sene önce faşistler tarafından şehit edildiğini çoktan unutmuştuk. Kardeşim, canım kardeşim, ağabeyini affet! Bildiğini anlıyorum. Mücadeleni Allah yolunda sürdüreceğim. Ya şehid olacağım ya da İslam devriminin mücadelesinde zaferine ulaşacağım! Metin’i şehid edenler Müslüman olamaz, hele ki mabetten çıkan silahsız birini öldürenler…  Şüphesiz Peygamberimizin buyurduğu gibi “ırkçılık davası güden, o dava için mücadele eden ve bu hal üzere ölen bizden değildir!”

(Sürecek)

(*) İngilizce yazdığı, yakında yayımlanacak olan hayat hikâyesinden bu alıntıyı ve önceki yazılarını Yordam’da bizimle paylaşan saygıdeğer Edip Yüksel’e çok teşekkür ediyoruz.

Kardeşimin katillerinden birisiyle ilgili bir haber:

Metin Yüksel Cinayeti Tartışılıyor

Kardeşimin katili millet vekili
http://www.youtube.com/watch?v=widtOwyA2YI

Share